TAZ: “KARAR DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GÜÇLENDİRDİ”

Alman komedyen Böhmermann hakkında açılan soruşturmada takipsizlik kararı ile Suriye konusunda ABD-Rusya ilişkilerinin soğumaya yüz tutması bugünkü Alman basınından seçtiğimiz yorum konularını oluşturuyor.

Deutsche Welle Türkçe’den Çelik Akpınar’ın haberine göre Alman komedyen Böhmermann hakkında açılan soruşturmada takipsizlik kararı ile Suriye konusunda ABD-Rusya ilişkilerinin soğumaya yüz tutması bugünkü Alman basınından seçtiğimiz yorum konularını oluşturuyor.
Mainz Savcılığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle Alman komedyen Böhmermann hakkında açılan soruşturmada takipsizlik kararı verildiğini duyurdu. Konuyu Berlin’de yayımlanan Die Tageszeitung yorum köşesine taşımış:
“Başbakan Merkel’in Böhmermann hakkında soruşturma açılmasına izin vermesi doğruydu. Sonuçta ne kadar anlamsız olursa olsun (yabancı ülke temsilciliklerine ve devlet temsilcilerine hakareti düzenleyen) 103. madde var, ayrıca federal hükümetin soruşturmaya izin vermesini düzenleyen 104/a maddesi bulunuyor. Elbette ki soruşturma açılmalıydı. Soruşturmanın ucu ise açıktı. Bunun böyle olması, işleyen kuvvetler ayrılığına sahip bir hukuk devletini Türkiye gibi ülkelerden ayırıyor. Sadece bu yol, yani soruşturma, tartma ve karar süreci tüm taraflar açısından adil bir süreç. Türkiye Cumhurbaşkanı kendini hakarete uğramış hissetti. Alman hükümeti ise bu suçlamayı popülist bir tarzda bir kenara atmadı, bilâkis bunu incelemeye aldı. Sonuçta düşünce özgürlüğü güçlendi, süreç iyi yürüdü.”
Dithmarscher Landeseitung ise Böhmermann olayında Almanya adalet makamlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çifte cezalandırmasının gündeme gelebileceği görüşünü yorumunda savunuyor:
“Türkiye yönetimi kastî hakaret içeren şiiri devlet sorunu haline getirdi. Akabinde federal hükümet Erdoğan’ı mülteciler konusunda ürkütmemek için yabancı devlet temsilcilerine hakaret suçunu düzenleyen maddeyi uygulamaya izin verdi. Ama hepsi boşunaydı. İddia makamı Böhmermann’ın savunmasına benzer bir biçimde, şiirin ifade özgürlüğünün sınırını aştığına örnek gösterilebileceği, ancak suç eylemi olarak değerlendirilemeyeceği görüşünü benimsedi. Eğer Hamburg Asliye Hukuk Mahkemesi de Ankara’nın istemediği bir biçimde karar verecek olursa, o zaman Orta Avrupa’nın özgürlük anlayışı ile Ön Asya’daki hakarete uğrama duygusu arasındaki büyük uçurum daha da derinleşecek ve Erdoğan Alman adaletinin iki kez tokadına maruz kalmış olacak.”
Suriye konusunda ABD ile Rusya arasında bir restleşme yaşandı. Rusya, ABD’nin Suriye’deki taahhütlerini yerine getirmekte başarısız olduğunu ileri sürerek plütonyum anlaşmasını askıya aldığını açıkladı. Buna karşılık ABD de Rusya’nın geçen ay ateşkesin yeniden canlandırılması amacıyla yapılan anlaşmaya bağlı kalmadığı ve Suriye’de sivilleri hedef aldığı suçlamasında bulanarak ateşkes görüşmelerini askıya aldığını ilan etti. Mannheimer Morgen gazetesinin yorumunu okuyoruz:
“ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile yaptığı bir dizi görüşme turundan ve çok sayıdaki telefonlaşmalardan sonra Washington, Moskova ile bir görüşme zemini bulunmadığını kavradı. Rusya şu sıralarda Suriye’de bir ateşkes anlaşmasına istekli değil; daha ziyade savaş meydanlarında fiili durum yaratmaktan yana. Bu belki kulağa alaycı bir tavır gibi gelebilir ama durumu değiştirmek mümkün değil. Buna rağmen ABD’nin Suriye’deki fiyaskodan sadece Rusya’yı sorumlu tutması işin kolayına kaçmak olur. Rusya’nın iç savaşın hüküm sürdüğü Suriye’de bundan bir yıl önce savaşa dahil olması ile her şeyin daha da kötüye gittiği doğru bir saptama. Ama ABD Başkanı Barack Obama acaba bundan önceki dönemde orada ne yapmıştı?”
Märkische Allgemeine adlı gazetenin aynı konuya ilişkin yorumunda ise şu görüşler dikkat çekiyor:
“Moskova’nın tam da şimdi, silahsızlanma mekanizmasına çomak sokması Batı’nın içinde bulunduğu son derece zor süreçte yara almasına sebep oluyor. Şu sırada başkanlık seçimi mücadelesi ile haşır-neşir olan Amerika, süper güç olarak yeniden ve daha fazla kendi gücüne dayanıp dayanmayacağına karar verme aşamasında. AB de İngiltere’nin Birlik’ten ayrılma kararı, mülteci krizi ve yeni milliyetçi akımlar nedeniyle öncelikli olarak kendisiyle meşgul. Tüm bunlara ek olarak bir de son dönemde yaşadığı bir takım belirsizliklerden sonra daha fazla Rusya’ya yanaşmakta olan Türkiye’nin durumu var.”

Bu yılın sorusu yaz aylarında, piyasanın içinden ve resmen doğrulanmayan Türkçe gazetelerin satış rakamlarıyla ortaya çıkmıştı: Bu gazeteler ne zaman tamamen ortadan çekilecek?

Bayi satışları yerlerde sürünen, abone diye bir şeyi ise neredeyse tanımayan günlük Türk gazeteleri bitiyordu. Sadece bu değil…
Sadece bu değil, çünkü bazı paralel gelişmeler de vardı. Nitekim yaz aylarında Heidelberg Eğitim Bilimleri Yüksek Okulu bünyesinde ve Prof. Dr. Havva Engin danışmanlığında hazırlanan bir araştırma, acı gerçeği bir başka yüzüyle ortaya çıkardı: Türkçe, özelllikle Almanya’daki üçüncü ve dördüncü kuşak Türkiye kökenli insanlarda resmen kaybolmaya yüz tutuyordu. Ancak bu hiç öyle beklenmedik, gökten üzerimize düşmüş bir şey değildi. Bu doğrultuda ciddi göstergeler yıllar içinde birikmişti. Örneğin, medyada.
typografie_g

Her geçen gün biraz daha ölen bir sektörle karşı karşıyayız. Yaklaşık 5.5 milyon Türkiye kökenli, yani Türkçe kullanabilen insanın yaşadığı Batı Avrupa’da, günlük Türkçe gazeteler fiilen ve ekonomik gerekçeler temel alındığında, çoktan beridir bitmiş durumda. Türkçeli milyonların ilgisizliği burada bir rol oynuyor olabilir belki, ama tek neden bu mu?
Türkçe günlük gazetelerin, daha doğrusu ikisi hariç tüm çok satışlı “markaların”, Avrupa’dan çekilmesi ve bu iki markanın da çekilme yolunda olması, okurlardan çok bu markaların, yani egemenlerinin yaratıp hak ettiği bir sonuçtur. Kendi düşen ağlamaz. Hürriyet’in kimilerince efsane sahibi Erol Simavi’nin, 1990’larda o dönem Hürriyet’i İstanbul’dan yöneten Ertuğ Karakullukçu’ya, elbette kazandırdığı paralar nedeniyle, “heykeli dikilecek adam” gözüyle baktığı, hatta kimilerine göre aynen böyle söylediği, herkesin bildiği bir sırdı. Karakullukçu orta sınıflara özgü korkunç bir aşağılık kompleksini Türkçe işleyerek zincirlerinden boşanmış bir kara Türkçülük eşliğinde, hem Avrupa’daki Türkçeli toplumun bölünmesine hizmet ediyor hem de bu arada kendisinin sosyal demokrat ve hatta gerçek Atatürkçü olduğu propagandasını gazeteciler arasında yaymayı ihmal etmeden piyasa kızıştırıyor, böylece gazetenin satışını yükseltebiliyordu. Türkçe konuşan yeni Avrupalı milyonları dinci ve saldırgan milliyetçi bir cendereye alıp iyice çürütmeyi başardılar.
Medya teknolojisindeki atılımların kapıda hazır beklediği ama henüz piyasaya egemen olmadığı yıllardı. Ertuğ Karakullukçu, patronlarına, Hürriyet üzerinden uzun süre Simavi’ye, daha sonra da Aydın Doğan’a iyi paralar kazandırdı. Tabii kendisi de “umur gördü”. Hep birlikte altın yumurtlayan tavuğu kesiyorlardı aslında. Nitekim deniz, bir on yıl içinde bitiverdi. 1990’larda günlük net satışı 100 binlere bile ulaşan, çok değil bundan 15 yıl önce bazı günler 60-70 bin gazete satabilen Hürriyet, bugün artık neredeyse okurlarının yüzde 90’ını, hatta yüzde 95’ini, kaybetmiş durumdadır. Diğer gazetelerin ise zaten bir önemi bulunmuyor. Sadece siyasi gerekçelerle bayilerde “bayrak gösterdikleri” söylenebilir; tek anlamları bu.
Bütün bunların başlı başına bir gösterge olduğunu söyleme hakkımız var. Özellikle de Türkiye kökenli nüfusun aralıksız arttığı bir coğrafyada.
Neden?

YALANDAN GAZETECİ Mİ ÖLMÜŞ!

aypa-20160908_1819Önce güncel rakamlara bakalım. Bunlar piyasa içi özel bilgiler, ama resmen “belgelenmesi” elbette mümkün değil. Simgesel anlamları nedeniyle yoğun bir yanlış, hatta resmen yalan bilgi operasyonlarına konu oldukları söylenebilir. Örneğin, piyasada ticari hiçbir anlam ve önemi bulunmayan Sabah’ın, Almanya’da her gün 60 bin okura ulaştığı “bilgisi” Focus dergisine gazete yöneticilerince verilebiliyor ve bu “serbest atış” o dergide yayımlanabiliyor. Bunun artık abartıyı çok aşan bir operasyon olduğu ortada.
Gerçek başka yerde.
Avrupa Kültür’ün piyasa aktörlerinden derlediği ve burada yer verdiği operasyonel bilgiler, doğruya çok daha yakınlar: 2016 yılı yaz aylarında Avrupa’daki Hürriyet’in bayi satışları 6 bin civarındaydı. Sabah’ın ve Sözcü’nün satış rakamlarının ise yaz aylarında 2 binlerde kaldığı biliniyor. Diğer iki gazete Özgür Politika ile Aydınlık ise 1000-1500 satış bandında, ticari olmanın dışında tamamen siyasi nedenlerle varlıklarını sürdürüyorlar. Her gün, iyice dar bir çevrede yine 5 ayrı Türkçe gazete bazı bayilerde görülebiliyor. Avrupa’daki bayilere 2000’lerin ilk yarısında 11-12 Türkçe gazete dağıtılıyordu.
Piyasadaki 5 Türkçe günlük gazetenin son satış rakamlarının, okul tatilinin bitmesiyle, yani eylülden sonra Türkiye’den dönecek tatilcilerin sayesinde belki yüzde 10’luk bir artış göstermesi bekleniyor. Ama felaket yine de ortada: Türkçe konuşan 5.5 milyonluk bir topluluk, günlük Türkçe gazetelere hiçbir ilgi göstermiyor. Nüfus artmış, hatta adeta patlamış, ama Almanya merkezli ve Avrupalı Türkçelilere dayalı “marka gazeteler” resmen ölmüştür. Türkçenin de ölmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Burada, suçun Türkçe konuşan insanlarda aranması kolaycılık olur. Her ne olursa olsun, gerçek şu: Avrupa’da yaşayan Türkçeli bir halk grubu böyle bir yayıncılığa ve hormonlu markalarına ilgi göstermiyor. Günlük gazeteleri yaşatmıyor. Alerjik bir hal bu. Soru da orada: Neden?

ACI ARAŞTIRMA: BİTİYORUZ!

Bu noktaya tekrar dönmek üzere, şimdi Prof. Dr. Havva Engin’in araştırmasına geçebiliriz. Heidelberg Üniversitesi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Göç Araştırmaları ve Kültürler Arası Pedagoji Merkezi Müdürü Prof. Dr. Engin, yaz ortasında, 2013-2014 öğretim yılında hazırlanan bir araştırmanın dramatik sonuçlarına dikkat çekti. Baden-Württemberg eyaletinin Baden bölgesinde Türk Dili ve Kültürü dersine devam eden öğrenciler arasında yapılan dil kullanma alışkanlıklarıyla ilgili anket çalışması, Türkçenin hızla gerilediğini ortaya çıkarmıştı.

aypa-20160908_1829

Araştırma, anne ve babasıyla sadece Türkçe konuşan çocukların oranında yarı yarıya düşüş saptarken, kardeşler arasında iletişim dilinin artık Almanca olduğunu saptıyordu. 6 bin 125 öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen araştırmanın sonuçlarına göre, öğrencilerin yüzde 27.8’i ailede sadece Türkçe konuşuyor, yüzde 7.9’luk bir kesim de sadece Almanca kullanıyordu. Araştırmanın altını çizdiği başka sonuçlar da vardı: Öğrencilerin yüzde 56’sı anneleriyle, yüzde 49.7’si de babalarıyla sadece Türkçe konuşuyordu. Öğrenciler evde yüzde 83.5 oranla en çok büyükanne ve büyükbabalarıyla Türkçe konuşuyor, öğrencilerin yüzde 51.5’u kardeşleriyle iletişimde sadece Almanca kullanıyordu. Kardeşler arasında hem Almanca hem de Türkçe kullanan öğrenci oranı yüzde 22.6 idi. Aralarında sadece Türkçe konuşan kardeşlerin oranı ise yüzde 16.1’e kadar gerilemişti.
Bu verilerden çeşitli sonuçlar çıkarmak mümkün oldu. Bunlardan herhalde en önemlisi, Türk öğrencilerin yarısının “Türkçesine güvenmediğini” bildirmesi. Özellikle üçüncü kuşak dediğimiz Türkiye kökenli gençlerde ve öğrencilerde yüzde 85.4’lük bir kesim Almanca bilgisinin iyi olduğu görüşünde. İkinci kuşakta bu oran yüzde 77.8 ile biraz daha geride.
Halen Alman okullarında 500 bin Türkiye kökenli öğrenci olduğunu hatırlatan eğitim uzmanları, Türkçenin İngilizce ve Fransa ile birlikte müfredata alınmasını talep ediyor. Durumun diğer Avrupa ülkelerinde daha farklı olmadığı da biliniyor. İşte Prof. Engin, yeterli ilginin gösterilmemesi durumunda Türkçenin Almanya’da orta vadede unutulan diller arasına gireceğinden emin. Havva Engin “İki dillilik büyük bir zenginlik. Almanya’da insanlar en az iki dili günlük hayatta kullanıyor. Türkçenin de okullarda ikinci veya üçüncü yabancı dil statüsü kazanması gerekir” görüşünü savunuyor.
Bu iki bilgi birleştirilerek akıl yürütülebilir. Ama bazı eklemeler yaparak: Türkçe konuşulan ailelerin çocukları, Prof. Dr. Havva Engin ve çalışma arkadaşlarını hazırladığı rapora göre ilginç gerilemelere sahne oluyor. Bunların yüzde 92’si Almanya doğumlu. Hemen hemen hepsi okul öncesi eğitim almış. Yani Almancayı neredeyse bebek yaşta öğrenmeye başlamışlar. Yüzde 67’si Türkçe ve Türk kültürü derslerine severek devam ediyor. Yüzde 57.9’u ailede iki dili de kullanıyor. Yarıdan fazlası anne ve babasıyla Türkçe konuşuyor. Kardeşler arasında Almanca kullanımı ise katılımcıların yarısından fazla. Havva Engin, eğer okulda Türkçe dersleri müfredata alınmazsa, bu eğilimin kısa sürede Türkçenin silinmesiyle sonuçlanacağı noktasında ısrarlı.

gazete_ucan

ÖLMEYE YATAN BİR SEKTÖR

Böylece gelinmesi gereken noktaya geldik. Türkçe, daha doğrusu “ana akım” medya, Avrupa’nın yerleşik büyük dilleriyle entelektüel düzlemde boy ölçüşebilecek bir kalibre gösteremiyor. Neden? Türkçe günlük gazetelerden böyle kolayca vazgeçilmesini, bu sektörün ölmeye yatmasını, okurların ilgisizliği ile açıklamak doğru değildir. O tür ilgisizliklerden bir temel neden çıkmaz. Ama bir şey çok açık: Türkçe “marka gazeteler” Avrupa’daki Türkçeli insanların ilgisini çekmiyor ve bu ana akım medyada sözcüğün derin ve geniş anlamında gazeteci de yetişmiyor.
Avrupa’da bayilerdeki toplam günlük Türkçe gazete satışı 10 bini biraz, o da belki, geçiyor. Ancak 5.5 milyon civarında Türkçe konuşan bir topluluğun yaşadığı coğrafyadayız. Adı geçen yayınların internet sitelerine, genç kuşağın görece biraz daha fazla ilgi gösterdiğini düşünebiliriz. Elbette o sitelerde günün anlamını taşıyacak derinlikte haberler arandığı kuşkuludur.
Tekrar: 1990’ların ortasında, aynı coğrafyada ve daha az sayıda Türkçeli insan varken, günlük Türkçe gazete satışı 170 bin ile 200 bin arasındaydı. 2000’lerde de bir ara 11 gazetenin Avrupa’daki gazete bayilerine dağıtıldığı biliniyor. İşin kolayına kaçmak isteyen, bu eşine az rastlanan gerilemeyi hemen internet ve televizyona bağlayabilir. Türk “marka gazeteleri”, sessiz film döneminde müzik yapan piyanistlerin sesli sinemanın yaygınlaşmasıyla sokağa atılmasına benzeyen bir kaderi yaşıyor.
Mesele çok başka aslında: Neredeyse yarım asırdır yayımlanan ana akım gazetelerde, gerçekten haber niteliği olan, araştırılıp bulunmuş, daha doğrusu üretilmiş, okur nezdinde kendisini vazgeçilmez kılan, skandal nitelikli herhangi bir haberi hatırlayan var mı? En fazla iki sermaye grubunu, özellikle de Erol Simavi ve takipçisi yayın grubunu ihya etmenin, yani iyi para kazandırmanın dışında, acaba tek bir “Bravo!” denilecek, Türkiye kökenli ve yerleşik Avrupalıları yerinden zıplatacak, hükümetleri hop oturtup hop kaldıracak, insanları şaşkınlığa sürükleyecek, zenginleştirecek, siyasal ve ekonomik iktidarları sarsan bir haber görüldü mü? Günü kurtardıkları kesin. Ama ötesi var mıydı? O zaman böyle bir basının, özellikle günlük gazetelerin ardından kimsenin ağlamayacak olması, son derece doğal. Kendi dilinden ve özgün sorunlarından vazgeçişi yaratan ve hızlandıran gazetelere, bir noktadan sonra o insanların sırt çevirmesi olağan bir gelişmedir.
Sorun içerikte. İçerik deyince de, açıklanan görüşlerin doğruluğunda veya milliyetçi/dinci duyguların kışkırtılmasında değil. Habercilik çok eksik; orada.

TEKNOLOJİK SIÇRAMA

Oysa dijital teknoloji, iyi içerikleri, iyi haberleri artık bu coğrafyanın her köşesine aynı anda taşıyabiliyor. Üretim aşaması, baskı ve dağıtım yoğun maliyet kalemlerini içermiyor. Yeni teknolojiyle, herhangi bir içerik hiçbir dağıtım engeliyle karşılaşmıyor. Bilgisayar veya akıllı telefonlar üzerinden internetle bağlantısı olan her yerde, bu içeriğe ulaşmak mümkün. Sorun, yaratıcı içerikte demek ki. Yerleşik medyada olmayan ise tam da bu. Kültür endüstrisi, önünde ana akım medyanın yürüdüğü baştan sona bir yalan dünyadır artık.
Oraya geldik. Türkçe ana akım medya sermaye gruplarının, hükümetlerle cilveleşmekten başını alıp herhangi bir “gerçek haber” üretmesi mümkün değildir. Bu, galiba artık ana akımın ve büyük markaların tanımı olmuştur: Mevcut sistemin ve patron katlarının bir parçasıdırlar. Dolayısıyla gerçekliği doğru okuyacak ve yansıtacak bir enerji içermemektedirler. Bu, Avrupa’daki Türkçe gazeteler için çok daha fazla böyledir. Ajanslardan ve Türkiye’deki merkezden gelen haberler, yorumlar, dokunulmaz tabular halinde tehlikesiz ve renksiz içeriği oluşturmakta, bu da Avrupa’daki Türkçelileri hiç ilgilendirmemektedir. Teknik ve görsel bir düzeyleri vardır, bu doğru. Ama Avrupa’daki Türkçenin, çift dilli insanların ikinci dili olduğu gerçeği de kendini zorla hissettirmektedir. Türkçeliler, sahnedeki bu bayağılığı daha fazla sineye çekmek zorunda olmadıklarını düşünmeye başladılar. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak sonrasında…
Türkçe okuyanlar artık ana akım medyayı parasızken bile izlemiyor, neden bir de üste para verip “paralarıyla rezil olsunlar” ki?

LAİK “BURKA”: TÜRK GAZETELERİ

Tarihsel işlevlerine bakınca, bugün daha rahat söyleyebiliyoruz: Bir tür “burka” oldular.
Gerçekten de Türkçe gazeteler bir tür “burka” oldular Türkçe okuyanlar için. Kadını böylesine, üstelik aydınlanmanın beşiği sayılan bir coğrafya olan Avrupa’da tamamen kapatılmasını kabul edemeyenlerin, “Avrupa kültürünün temeli tehdit altındadır” saptamasını buraya çekebiliriz. Türkçe gazeteler, Türkiye kökenli insanların dünyayla doğru bir ilişki kurmasını, sorular sormasını ve diğer kültürlerle eşdeğer bir alışveriş içine girmesini sağlamıyor, tersine onu bu tür ilişkilerin dışına çekiyordu. Zaten bir şok içindeki insanlarımızda büyük bir aşağılık kompleksi yaratıyor, onları kendi içlerine kapatıyordu. İslamcılığın buradaki Türkiye kökenli toplumda verimli bir toprak bulması biraz da bu “marka medyanın” marifetidir.
Druck

Avrupa’da yaşayan ama kökleri Türkiye’de bulunan bulunan bir kültür çevresi, bir halk grubu, tam bir “kasaba zihniyetinin” zincirleri içinde sömürüldü ve birilerini ihya etti. Zorlama yoktu elbette, Türk toplumu buna hazırdı, ama sonuç acımasız oldu.
Birinci kuşak okurlar Erol Simavi’yi, onu izleyen yarım kuşak da Simavi’nin devamcısı bir yayın grubunu zengin etti. Sonraki kuşaklardaysa bu ilişki tamamen koptu. İkinci ve üçüncü kuşak Türkiye kökenli insanlar, kısa sürede bu çemberi taşımayacak kadar -başta Almanca olmak üzere- Avrupa dillerine hâkim oldular. Türk gazetelerinin ölümünü, biraz da çift dilli ve dünyayı bir başka dilden kolayca ve hatta daha rahat izleyen insanlar hızlandırdı. Türkçe biliyorlardı, ama bu Türk medyasından uzak durmayı tercih ediyorlardı. O medyanın, o Türkçe gazetelerin çizdiği dünyaya çok yabancıydılar. Üstelik rahatsız edici buluyorlardı. Tedirgindiler.

AÇIK KAPI: YEREL MEDYA

Ancak insanlarımız bazı kapıları açık bıraktılar. Örneğin özellikle Almanya ve Avusturya’da bütün acemilikleriyle yerel parasız Türkçe gazetelere, hatta internetteki bölgesel haber sitelerine büyük ilgi gösterdiler. Bu ilginin hiç gerilemeden, hatta yer yer artarak sürdüğü gözleniyor. Ankara’daki siyasi iktidarın 2016’da yerel Türkçe medyayı tamamen hizaya getirmek için Avrupa’da Ankara üzerinden ve büyükelçilikler desteğiyle yürüttüğü çalışmalar (“yemleme turları”), sözü geçen sektörün önemine bir başka kanıt kabul edilebilir. Yerel Türk gazetelerindeki patlamaya bir de bu açıdan bakmak doğru olacaktır. Bir iletişim ağı yine de var, ama Türkler topluluk içi iletişimlerinde ana akım Türk gazetelerini kullanmıyorlar.
Son dönemde Avrupa’da çeşitli medya kurumlarında kendisine söz verilen Türkçe kökenli medyatörlerin, önceki kuşaktan çok daha akıcı bir Almanca, Fransızca, Flamanca, İngilizce vs. kullandığı doğrudur. Ama bu genç insanların kendilerine empoze edilen ve kendilerinden beklenen her şeyi sorgusuz sualsiz kabullendiği, örneğin içinden çıktıkları Türkiye’yi ve cumhuriyet rejimini başından sonuna kadar bir “anomali” olarak gördükleri, zaten o nedenle önlerinin açıldığı da doğrudur.
Türkçenin direnç göstermeyen, kültürsüzlüğe kapaklanan, entelektüel hiçbir sorgulama üretmeyen “kasaba medyası”, Avrupa’da bütün bayağılığıyla çökmüştür. Yerleşik günlük Türkçe gazetelerin bu sonuna fazla üzülmek, aydın kimliğinin ve Türkçenin kurtuluş içeren diğer yüzünün inkârı anlamına gelir. Bunlara “Toprağı bol olsun!” demek ve yeni yollar aramak tek çıkar yol gibi görünüyor. Onların yaptıklarını reddetmek ve yapmadıkları gerçekleştirmek, bir yeni medya sektörü doğurabilir.
Alışılmış Türkçe günlük gazeteler artık tarihe karıştı. Varlıklarını koruyanlar, bir biçimde destekle ayakta duranlar. Kitlesel bir talebin konusu değiller. Bunların nasıl gelişebileceğini sormak çok yanlış bir yerden çok yanlış bir soru sormaktır.
Artık yeni bir çağa girmiş bulunuyoruz. Medyası da herhalde yeni olacaktır.

FRANKFURT – Osman ÇUTSAY

 www.avrupa-kultur.eu

FOTO: AYPA

İLLÜSTRASYON: Ömer YAPRAKKIRAN

TÜRKİYE’DE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN ALMANYA’DA EYLEM

Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü için ve medya organlarının susturulmasına karşı bugün Almanya’nın birçok büyük kentinde eşzamanlı eylemler yapılacak.

Alman Gazeteciler Birliği’nin (DJV) yanı sıra Demokratik İşçi Dernekleri de (DİDF) eylemlere katılma çağrısında bulundu.

DJV Genel Başkanı Frank Überall “Temel haklar çiğneniyor, Türkiye’de artık kalııntıları kalmış basın özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılıyor. Biz gazeteciler bu eylemlerde bayrak göstermek zorundayız. Demokrasi Türkiye’de sadece kağıt üzerinde var” dedi.

Türkiye’deki basın özgürlüğü için gösteriler Berlin’de Potsdamer Meydanı’nda saat 14’de, Köln’de Heumarkt’ta saat 14’de, Stuttgart’ta Rotebühlplatz’da saat 14’de, Frankfurt’ta Hauptwache’de saat 15’de ve Hamburg Altona’da Spritzenplatz Medyanı’nda saat 15’de, Münih Stachus’ta Karlsplatz Meydanı’nda saat 15’de başlayacak.

DJV Genel Başkanı Frank Überall Köln kentindeki gösteriye katılacak.

Türkiye’de KHK kapsamında yayınlarına son verilen internetten yayın yapan ve aralarında İMC TV’nin de bulunduğu bazı televizyon kanallarına erişim engellenmiş, TÜRKSAT üzerinden yayın yapan TV10 ve Hayatın Sesi Tv’nin de aralarında olduğu 12 TV ve 11 radyo kanalının yayını da durdurulmuştu.

DW KARARLI

Deutsche Welle, Conflict Zone programının kayıtlarına el koyan Türkiye Gençlik ve Spor Bakanlığı’na dava açtı. DW Yayın Konseyi de başlatılan hukuki girişime destek verdi.

DW’nin konuya ilişkin basın açıklaması şöyle:
“Deutsche Welle (DW), gerçekleştirdiği bir söyleşisine ait video materyallerinin geri verilmesi talebiyle Ankara’da Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmıştır.
DW’de yayınlanan Conflict Zone adlı programın moderatörü Michel Friedman’ın 5 Eylül 2016 tarihinde Ankara’da gerçekleştirdiği TV söyleşisinin çekiminden sonra video materyallerine Türkiye Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç’ın talimatıyla el konulmuştu.
Türkiye Gençlik ve Spor Bakanlığı, DW’nin olaydan bir gün sonra öğlene kadar tanıdığı sürede kayıtların geri verilmesi talebini yerine getirmedi. Daha sonra DW’nin avukatları tarafından tanınan ikinci süre de Türk tarafınca dikkate alınmadı. DW şimdi de materyallerin geri verilmesi talebiyle Ankara’daki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmıştır.
Türk makamlarının tutumunu kınayan DW Genel Müdürü Peter Limbourg, konuyla ilgili açıklamasında “Bu olay, hukuk devleti ilkesi ve demokrasi ile bağdaşmamaktadır. Türk tarafının video materyalimizi derhal geri vermesini talep ediyoruz” ifadelerini kullandı.
DW Yayın Konseyi de 23 Eylül 2016 tarihinde Berlin’de gerçekleşen oturumunda, video materyallerinin geri verilmesi talebiyle başlatılan hukuki sürece açık destek verdi. DW Yayın Konseyi Başkanı Piskopos Karl Jüsten, yaptığı açıklamada “Biz sınırsız basın özgürlüğünden yanayız. Türkiye Avrupa ile sıkı bağlar içindedir. Bu basın özgürlüğü gibi demokrasinin temel ilkelerine saygı gösterilmesini de beraberinde getiriyor. Bu noktada benzer standartlar geçerli olmalıdır. Deutsche Welle’nin Türk bir bakanla yaptığı söyleşinin geri verilmesi için dava açmak zorunda kalması çok endişe verici bir durumdur” şeklinde konuştu.
Öte yandan DW Yayın Konseyi, DW’nin Türkiye’ye ve Almanya’da Türkçe konuşan insanlara yönelik gazetecilik faaliyetlerini memnuniyetle karşıladığını da vurguladı. Konsey aynı zamanda DW’nin siyasi açıdan büyük önem taşıyan hedef bölgesinde tarafsız bilgi sağlayıcı olarak sorumluluklarını yerine getirebilmesi için uygun mali koşulların sağlanmasını da talep etti. Jüsten, “Türkiye’de basın özgürlüğü ile ilgili yaşananları kabul edemeyiz. DW’nin görevi, Türkiye’de yaşayan insanları kapsamlı ve tarafsız bir şekilde bilgilendirmek ve Almanya’nın pozisyonunu iletmektir” diye sözlerini sürdürdü.
Conflict Zone, DW’nin saygın bir siyasi söyleşi programıdır. Program başta katılan konukların ülkeleri olmak üzere uluslararası ilgi uyandırmaktadır. DW’nin İngilizce televizyon programı Conflict Zone’da yer alan siyaset içerikli sohbetlerde çatışan görüşlere yer verilmektedir. Conflict Zone, tutum ve gerçeklerin sert bir şekilde mücadele ettiği bir programdır. Programın moderatörleri, konuklarının tutum ve eylemleriyle ilgili boyun eğmeden sorularını sorar. Tim Sebastian ve Michel Friedman programın moderatörlüğünü yürütmektedir.”

„BU KARAR MUHALİF MEDYAYI SUSTURMA KARARIDIR“

KÖLN – KHK (kanun hükmünde kararname) ile TV 10’un ve Hayat TV’nin yayınları durduruldu.
Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) üyesi de olan kanaldaki Gündem On adlı tartışma programını hazırlayıp sunan gazeteci Zeynel Gül, yayının durdurma kararını sert dille eleştirdi.
Alevi toplumun sesi olan TV10’nun kapatılmasını muhalif sese „tahammülsüzlük“ olarak niteleyen Zeynel Gül, TV10’un yayınlarına internet üzerinden devam ettiğini belirtti.
Başbakanlık emriyle OHAL kanunlarına dayanarak hukuksuz bir biçimde yayının kesildiğini kaydeden Gül kararı „Muhalif medyayı susturma kararı“ olarak değerlendirdi.
zeynel-gul3Zeynel Gül „İktidarın karşısında durabilecek bir muhalefet ne yazıkki yok. Farklı renkleri bünyesinde barındıran, barış ve özgürlükleri savunan TV10 sadece Türkiye’nin değil Avrupalı Türklerin de yakından takip ettiği bir kanal. Elbette bu karara karşı hukuksal çerçevede bazı girişimlerimiz olacak. Türkiye’de konuyla ilgili bir basın açıklaması yapıldı. Cumartesi günü de Köln’de bir basın açıklaması yaparak, TV10’un yayınlarının kesilmesini protesto edeceğiz. Toplumun kanalına sahip çıkacağına inanıyoruz. Sanıyorum yakın bir gelecekte muhalif kanallar farklı bir uyduya geçerek yayınlarına devam edecekler“ dedi.
Zeynel Gül, Gündem 10 programında göçmen sorunlarını mercek altına alan formatıyla dikkati çekiyordu.

KORKU ATMOSFERİ

bbl_2016_35_010-tdw-tuerkei-neu

2bbl_2016_35_010-tdw-tuerkei-neu

Börsenblatt, Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü ihlallerine geniş yer verdi.

Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Yönetim Kurulu’ndan Kemal Çalık’ın da imzasını taşıyan “Korku Atmosferi” başlıklı haberde 15 Temmuz girişiminden önce de basın ve ifade özgürlüğünün tehdit altında olduğuna ancak bu tarihten sonra tehditin devasa boyutlara ulaştığına dikkat çekiliyor

LEİF ERİK HOLM NEDEN MAĞDURU OYNADI?

Almanya’nın yükselen yıldızı sağ popülist parti AfD’li siyasetçiler sık sık politik görüşlerinden dolayı dışlandıklarını ve mağdur olduklarını öne sürüyorlar.
İşte bunlardan biri de dünün radyo spikeri bugünün AfD üst düzey siyasetçilerinden Leif Erik Holm.
AFD’nin Mecklenburg Vorpommern Eyalet Teşkilatı’nın zirvedeki isimlerinden Holm AfD’ye katıldığı için işten atıldığını iddia ederek, mağduru oynamıştı.
Wikipedia’da, medyada ve Holm’ün açıklamalarında siyasi görüşleri ve AfD’deki angajmanı dolayısıyla 2013 yılında radyo kanalı Antenne MV’den kovulduğu iddialarını araştıran
kress.de haber sitesinden Armin Fuhrer bu suçlamaların asılsız olduğunu ortaya çıkardı.
Antenne VM Genel Müdürü Robert Weber’e „Sayın Holm’ü, AfD’deki angajmanı yüzünden mi işten çıkardınız“ sorusunu yönelten kress.de haber portalından Fuhrer’e radyo yetkilisinin yanıtı şöyle:

Alman radyo kanalı Antenne VM Genel Müdürü Robert Weber
Alman radyo kanalı Antenne VM Genel Müdürü Robert Weber

„Bu yanlış. AfD Eyalet Teşkilatı Başkanı Beatrix von Storch için çalışmaya başlayınca Holm kendisi istifa etti. Kanalımız o dönem böyle bir talepte de bulunamazdı çünkü Holm’un siyasi bir angajman içinde olduğundan bile haberimiz yoktu. Ancak eğer bilseydim, büyük bir ihtimalle konuşma gereği duyardım. Çünkü Antenne VM politik bir kanal değildir.“
Weber, Leif Erik Holm’un kadrolu değil serbest gazeteci olarak görev yaptığına da işaret ederken, iş arkadaşları da Holm’ün siyasi angajmanından haberdar olmadıklarını ve içine kapalı bir yaşam sürdüğünü belirtiler. Meslektaşları Holm’ün evlendiğinden ve bugün 3 yaşında bir oğlu olduğundan bile çok zaman sonra haberdar olduklarını dile getirdiler.
Holm’ün radyoculuktaki kariyerinde düşüş yaşadığı ve başarıya ulaşmak için AfD’ye yöneldiği de iddialar arasında yer alıyor.

Sağ populist parti AfD'nin Mecklenburg Vorpommern Eyalet Meclis Grubu Başkanı ve Eyalet Teşkilatı Sözcüsü Leif Erik Holm, Antenne VM radyo kanalında AfD'ye katıldığı için işine son verildiğini iddia etmişti
Sağ populist parti AfD’nin Mecklenburg Vorpommern Eyalet Meclis Grubu Başkanı ve Eyalet Teşkilatı Sözcüsü Leif Erik Holm, Antenne VM radyo kanalında AfD’ye katıldığı için işine son verildiğini iddia etmişti

Üstelik Leif Erik Holm, sağ popülist parti AfD’nin içindeki tek gazeteci kökenli isim değil.
AfD Genel Başkan Yardımcısı Alexander Gaulan muhafazakar habercilik yapan serbest gazeteciydi. Yine AfD’nin Aşağı Saksonya Eyalet Teşkilatı Başkanı Armin Paul Hampel de uzun yıllar Alman devlet televizyon kanalı ARD’nin merkez stüdyolarında ve Hindistan’da görev yapmıştı.
Öte yandan kress.de haber portalının konuya ilişkin görüşlerini almak üzere defalarca başvurduğu Holm’un, başvuruları yanıtsız bıraktığı da öğrenildi.

CAN DÜNDAR DA ADAY GÖSTERİLDİ

Avrupa Parlamentosu, Sakharov İnsan Hakları Ödülü’ne aday gösterilenleri açıkladı.

Avrupa Parlamentosu’ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, Cumhuriyet yazarı gazeteci Can Dündar da bu yılki ödüle aday gösterilenler arasında yer aldı.

AA’nın haberine göre Kırım Tatarlarının lideri ve eski meclis başkanı Mustafa Abdülcemil, Yezidi toplumunun haklarının savunucusu Nadia Murad Basee ve Lamiya Aji Bashar ile Çin’deki Uygurlu azınlığın haklarını savunan akademisyen Ilham Tohti yine adaylar arasında bulunuyor.

can-dundarAvrupa Parlamentosu, Dış İlişkiler ve İnsan Hakları Komitesi, 6 Ekim’de bu adayların sayısını üçe düşürmek için toplantı yapacak. Avrupa Parlamentosu Başkanlık Divanı, ödülü alanları 27 Ekim’de açıklayacak.

Sakharov İnsan Hakları Ödülü, 1988 yılından bu yana veriyor. Türkiye’den Leyla Zana da geçmiş yılarda bu ödülü alanlar arasında yer alıyor. Ödüle aday gösterilmek için siyasi grupların desteği veya en az 40 parlamenterin imzası gerekiyor.

TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN KAMPANYA BAŞLATILDI

Alman Kitap Basım ve Yayıncıları Derneği Borsa Birliği, PEN-Merkezi Almanya, Sınırsız Gazetecileri Derneği Türkiye ‘de ifade ve basın özgürlüğü için kampanya başlattı.
#FreeWordsTurkey hashtag’iyle de sosyal medyada kampanya yankı bulurken, adı geçen kuruluşlardan yapılan açıklamada „Federal Alman Hükümeti ve AB-Komisyonu Türkiye ‘de düşünce özgürlüğü talep etmelidir. Federal Hükümet ve AB-Komisyonu ‘ndan Türkiye ‘deki düşünce özgürlüğü için ödün vermeksizin faaliyete geçmesini talep ediyoruz“ dendi.
Federal Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’e teslim edilmek üzere www.change.org/freewordsturkey_tur sitesinde imza kampanyası başlatan kuruluşlara bugüne dek 37 bin 677 destek geldi.
DİLEKÇE MERKEL VE JUNCKER’E TESLİM EDİLECEK
Federal Hükümet’e ve AB-Komisyonu ‘na yönelik bir online-dilekçe başvuru formu ile imza vermeye çağıran her 3 kuruluş Merkel ve Junker ‘e seslenerek verecekleri kararlarında, davranışlarında ve görüşlerinde, düşünce, bilgilendirme ve basın özgürlüğünü ödünsüz ve etkili bir şekilde talep etmeye ve bunları pazarlık konusu etmemeye davet ettiler.
Söz konusu üç kuruluş yetkililerin, Türkiye ve düşünce özgürlüğünün ağır bir şekilde kısıtlandığı diğer ülkelere karşı sürdürmekte oldukları politikalarını yeniden gözden geçirmelerini talep ederek, baskı altındaki gazeteci ve yazarlar için de, örneğin bürokratik engel çıkarmayan acil-yardım vizesi sunulması gibi, acil yardım istediler.
„POLİTİKACILAR ÖDÜN VERMEDEN ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNMALIDIR“
Borsa Birliği Başkanı Alexander Skipis konuya ilişkin yaptığı açıklamada ’’Türk Hükümeti düşünce özgürlüğüne çok ağır bir şekilde saldırıda bulunmaktadır. Federal Hükümet ve AB-Komisyonu bu konuda daha uzun bir süre kayıtsız kalmamalıdır. Konuşma özgürlüğü bir insan hakkıdır ve pazarlık konusu yapılamaz. Politikacılar bu hakkı ödünsüz bir şekilde savunmalı, çıkar gerekçelerini öne sürerek riske atmamalıdır. Gelin sessizliğimizi birlikte bozalım ve düşünce özgürlüğü için bir ünlem koyalım’’ dedi.
„İLGİSİZ KALAMAYIZ“
PEN-Merkezi Almanya İkinci Başkanı ve Writers-in-Prison Görevlisi Sacha Feuchert de bu konuda „İlgisiz kalmamalıyız“ diyerek „Türkiye ‘deki yazarların tutuklanması, korkutulması ve engellenmesi derhal sona ermelidir. Meslektaşlarımız için mücadele etmek hakkımız ve görevimizdir“ diye konuştu.
„MESLEKTAŞLARIMIZ DESTEK BEKLİYOR“
Sınır Tanımayan Gazeteciler Derneği Sözcüsü Michael Rediske ise, ’’Türkiye ‘deki duruma bakılırsa, sessiz kalmak bir seçenek değildir. Gazeteci ve yazarların kitle halinde kovuşturulmasına karşı yapılacak şey, görüş bildirmektir. Kovuşturmaya uğrayan Türk medya çalışanları bizden dayanışma ve pratik destek beklemektedir’’ dedi.
Diğer taraftan basım evleri, kitapçılar ve medya kuruluşları söz konusu kampanyayı etkin bir şekilde desteklerken, şirketler web sitelerinin açılış sayfalarında kampanyanın sloganını (Türkiye İçin İfade Özgürlüğü-#FreeWordsTurkey) yayınlıyorlar.
Kitapçılar vitrinlerine astıkları afişlerle müşterilerini imza kampanyasına destek vermeye çağırırken, anılan üç kuruluş, yurt içinde ve yurt dışında bulunan partner kuruluşlarını kampanyaya katılmaya ve imza kapmanyasını tanıtmaya davet ediyorlar.
Öte yandan sözkonusu kampanyaya Başbakanlık Sarayı’nın ’’Türkiye İçin İfade Özgürlüğü“ (#FreeWordsTurkey’’) sloganı ile ile ışıklandırılması ile start verilmişti.

TÜRKİYE İÇİN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ DİLEKÇESİ
Alman Kitap Basım ve Yayımcıları Derneği Borsa Birliği e.V., PEN-Merkezi e.V., Sınır Tanımayan Gazete Habercileri Derneği e.V. ’nın düşünce, bilgi ve basın özgürlüğü hakkındaki başvurusu şöyle:
„Konuşma özgürlüğü Türkiye’de ciddi tehdit altındadır. Türk Hükümeti Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, yoğun bir şekilde, hükümeti eleştiren gazeteci ve medya kuruluşlarına karşı hareket etmektedir. Bununla birlikte Türkiye ‘deki medyanın zaten gergin olan durumu giderek daha da vahimleşmektedir. Gazetecilerin pasaportları ellerinden alınmakta, yazarlar tutuklanmaktadır. Medya grubu olan 130 şirket kapatılmış, buna ek olarak 29 kitap basım evi de kamulaştırılmıştır. Yazarlar ve yayıncılar korku ve varoluşsal kaygı içinde bulunmaktadırlar.
Türkiye ‘de düşünce özgürlüğü ayaklar altına alınmaktadır! Konuşma özgürlüğü insan hakkıdır ve pazarlık konusu edilemez. Düşünce, bilgi edinme ve basın özgürlükleri , özgür ve demokratik bir toplumun temelini oluşturur. Bu nedenle Federal Hükümet ‘i ve Avrupa Komisyonu ‘nundan talebimiz, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu duruma karşı net bir duruş sergilermelerini talep ediyoruz, verecekler kararlar, eylemleri ve yapacakları açıklamaları ile tavizsiz ve etkin bir şekilde düşünce özgürlüğünü talep etmeleri ve bunu pazarlık konusıu yapmamalarıdır. Türkiye’de ve dünyanın başka bir yerinde düşünce özgürlüğü saldırı ve ağır sınırlamalara maruz kaldığında, Federal Hükümet ve Avrupa Komisyonu bu ülkelere karşı politikalarını gözden geçirmelidir. Ayrıca, mağdur gazeteci ve yazarların, Almanya tarafından sağlanacak, örneğin bürokrasisi olmayan engelsiz acil yardım vizesi uygulaması gibi hızlı bir şekilde yardıma ihtiyaçları vardır.
Kitap, gazete ve dergilerin demokrasi ve özgürlük için önemli katkıları vardır. Bu nedenle, biz kesinlikle ifade, bilgi ve basın özgürlüğü konusunda kararlıyız. Bu başvuru dilekçemizi destekleyin ve temel haklara bizim ile birlikte sahip çıkın! Konuşma ve özgürlük için!“